Bir zamanlar, dünyanın en uzak köşesinde, sislerle örtülü Zümrüt Dağı'nın eteklerinde bir köy vardı. Bu köyün halkı sıradan insanlar gibi görünse de, her biri doğaüstü bir yetenekle doğmuştu. Kimisi taşları konuşturur, kimisi yıldızlara sorular sorardı. Ama içlerinde biri vardı ki, henüz hiçbir yeteneği ortaya çıkmamıştı: Elira.
Elira, 16 yaşına geldiğinde, geleneklere göre Zümrüt Dağı'na tırmanmalı ve orada yeteneğini bulmalıydı. Ama dağ, yıllardır kimseye geçit vermemişti. En son çıkanlar, ya geri dönememiş ya da akıllarını yitirmişti. Buna rağmen Elira, korkusunu yutkunarak bastırdı ve şafağın ilk ışığıyla yola koyuldu.
Yükseldikçe sis kalınlaştı, hava ağırlaştı. Bir noktada, yolun ortasında taş bir heykel belirdi: Kanatlı bir kurt. Heykelin gözleri Elira’ya kilitlendi ve birden çatlayarak canlandı.
“Sen, neden buradasın?” dedi kurt, kadim bir dille.
“Elira’yım. Kim olduğumu öğrenmeye geldim,” dedi kız, titrek ama kararlı bir sesle.
Kurt gözlerini kıstı. “Beni geçmek için kalbinin gücünü göster.”
Elira gözlerini kapattı, içinde bir şeyin kıpırdadığını hissetti: sanki kalbi değil de başka bir varlık atıyordu göğsünde. Sonra elleri parlamaya başladı — saf beyaz bir ışıkla. Gözlerini açtığında kurt ona eğilmişti.
“Sensin... Işığın Kızı,” dedi ve yol açıldı.
Dağın zirvesine vardığında Elira, kristal bir mağaranın içinde yüzen bir ruhla karşılaştı. Bu, binlerce yıl önce dünyayı koruyan Işık Muhafızlarının sonuydu. Ve şimdi, Elira onun yerini almalıydı.
O gün Elira bir yetenek kazanmadı — bir kader aldı.
Ve Zümrüt Dağı, bir daha asla konuşmadı.
Zümrüt Dağı’nın Çağrısı
Eline sağlık güzel hikaye 

~İsmail S.